The Hobbit'in Çekimleri Bitti


Geçtiğimiz cuma Peter Jackson The Hobbit 'in çekimlerinin bittiğini, "Başardık! Çekimlerin 266. günü ve kamera çekimlerinin sonu" diyerek Facebook sayfasından duyurdu. Jackson mesajının devamında film kadrosuna ve destekleyenlere teşekkür ediyor, bir sonraki durağın ise montaj odası ve Comic Con olduğunu açıklıyor.  

J. R. R. Tolkien 'in The Hobbit isimli romanından uyarlanan ve iki ayrı film olarak çekilen 'The Hobbit: An Unexpected Journey' in 14 Aralık 2012 'de, 'The Hobbit: There and Back Again' in ise 13 Aralık 2013 'de vizyona girmesi bekleniyor. 9 yıl aradan sonra Tolkien 'in yarattığı dünyaya tekrar dahil olabilmeyi, tüylerimi diken diken yapan o enfes Howard Shore tınılarını duymayı sabırsızlıkla bekliyorum.

Stefan Zweig - Bir Kadının Yaşamından 24 Saat & Bir Yüreğin Ölümü


Satranç ile kendisiyle tanışıp üslubuna hayran kaldığım Stefan Zweig'in Gülperi Sert 'in çevirdiği bu iki öyküsü, Can Yayınları tarafından bir kitapta birleştirilip yayımlanmış.

Dışarıdan belki de başka türlü yorumlanabilecek, hayatın içinde sıkça karşılaşılan olayları öyle etkileyici, öyle naif bir şekilde anlatmış ki Zweig. Duyguları, durumları iyi betimleyebilmek çok kolay değildir. Bazen karakterin içinde bulunduğu hali anlatan cümle, her zaman duyduklarımızdan farklı değildir, okuduğumuz an unuturuz. Zweig'e ait satırların bir çoğunda insan durup düşünme, bazılarını tekrar okuma ihtiyacı hissediyor ve akıllarda yaşadığı hisler güçlü tarif edilmiş, iyi çizilmiş sağlam karakterler kalıyor. 

" Orada öylece uzanmıştı yaşlı adam, gözleri kapalı, akşam karanlığının çöktüğü odada. Yarı uyanıktı hala, yarı düş görüyordu. Uykuyla uyanıklık arasında duyguları karmakarışık adam, bir yerlerden, acı vermeyen ve bilmediği bir yerden bir şeylerin, nemli bir şeyin, yavaş yavaş içine aktığını hissetti, sanki kanı, içindeki kanı boşalıyormuş gibi. Bu görünmez akıntı acı vermiyordu, şiddetli akmıyordu. Gözyaşlarının indiği gibi yavaş yavaş iniyordu, ince ince, ılık ılık içine çiseliyordu ve inen her damla, yüreğinin içine işliyordu. Fakat yüreği, o karanlıklara bürünmüş yüreği sesini çıkarmıyor, bu yabancı akışı sessizce içine çekiyordu "   

(Bir Yüreğin Ölümü)

Agatha Christie - 16.50 Treni


Polisiye seven bir insan olarak Agatha Christie okumaya bu kadar geç başlamam çok yazık. Neyse ki artık kitapçılarda gözlerimin ilk arayacağı romanların arasında Christie ’ninkiler de olacak. Uzun zamandır kronolojik sırayla okumayı zaten istiyordum, ancak arkadaşın '16.50 Treni' ni getirmesiyle ‘bir yerden başlamak gerek’ deyip Agatha Christie ’nin satırlarındaki yolculuğuma çıktım.

Kitap; İngiltere’de, Elspeth McGillicuddy’nin demiryolu yolculuğu esnasında şahit olduğu bir cinayet ile başlıyor. Olayın şokunu atlatan yaşlı kadın elinden geleni yapıp gerekli kişileri durumdan haberdar etse de kanıt bulunamaması ve tek tanığın yaşlı bir kadın olmasının  sonucu olarak ciddi bir araştırma yapılmıyor. Ta ki Elspeth gördüklerini arkadaşı Jane Marple ile paylaşıncaya dek..

Bayan Marple daha önce de bu gibi olaylara tanık olmuş, zeki ancak hareket kabiliyetinin azalmış olmasını zayıf yönü olarak gören sevimli bir bayan. Olayı çözmek için kiminle işbirliği yapması ve nereye bakması gerektiğini oldukça iyi biliyor. Gelişmeler biz okuyucuları geniş topraklara ve  farklı karakterlerde bireylere sahip bir aileye götürüyor. Bundan sonrası da kişileri ve olaylara tepkilerini incelemekle ve kimin olaylarda nasıl bir rolü olduğunu ve elbette katili tahmin etmeye çalışmakla geçiyor.

Agatha Christie’nin romanı sürükleyici bir anlatım, zengin betimlemeler, ustaca yazılmış diyaloglar ile dolu. Eğer polisiye tutkunlarındansanız mutlaka okuyun.

The Horror Die Cut Collection


     Max Dalton, efsane korku filmi karakterlerini bir arada görebileceğimiz yukarıdaki afişi tasarlamış. Özellikle korku severlerin hafızalarını tazeleyecek güzel bir derleme olmuş. Chucky, Jack Torrence, Dracula, Freddy, Pennywise, Leatherface, Carrie, Rosemary, Nosferatu ve diğerleri..
       
      Söz konusu filmler ise şöyle;

     Candyman (1992, Bernard Rose)
Scream (1996, Wes Craven)
Frankenstein (1931, James Whale)
The Mummy (1932, Karl Freund)
[REC] (2007, Jaume Balagueró)
Child’s Play (1988, Tom Holland)
The Ring (2002, Gore Verbinski)
Phantasm (1979, Don Coscarelli)
Return of the Living Dead (1985, Dan O’Bannon)
The Sixth Sense (1999, M. Night Shyamalan)
Dead Alive (1992, Peter Jackson)
Bram Stoker’s Dracula (1992, Francis Ford Coppola)
An American Werewolf in London (1981, John Landis)
IT (1990, Tommy Lee Wallace)
Nosferatu (1922, F.W. Murnau)
Poltergeist (1982, Tobe Hooper)
Dracula (1931, Tod Browning)
Re-Animator (1985, Stuart Gordon)
Cemetery Man (1994, Michele Soavi)
Saw (2004, James Wan)
The Omen (1976, Richard Donner)
Rosemary’s Baby (1968, Roman Polanski)
Hellraiser (1987, Clive Barker)
The Orphanage (2007, J.A. Bayona)
The Blair Witch Project (1999, Daniel Myrick and Eduardo Sanchez)
Evil Dead (1981, Sam Raimi)
Ju-On (2000, Takashi Shimizu)
Texas Chainsaw Massacre (1974, Tobe Hooper)
Carrie (1976, Brian De Palma)
Friday the 13th (1980, Sean S. Cunningham)
Dawn of the Dead (1978, George A. Romero)
Psycho (1960, Alfred Hitchcock)
Nightmare on Elm Street (1984, Wes Craven)
The Shining (1980, Stanley Kubrick)
Halloween (1978, John Carpenter)
The Exorcist (1973, William Freidkin)
Pet Sematary (1989, Mary Lambert)
Jeepers Creepers (2001, Victor Salva)


Max Dalton'un bloğu ve ilgili yazı için: 


Mr. Pink



" Joe: Mr. Brown, Mr. White, Mr. Blonde, Mr. Blue, Mr. Orange, and Mr. Pink. 
Mr. Pink: Hey, why am I Mr. Pink?
Joe : Because you're a faggot, alright?
Mr. Pink : Why can't we pick our own colors?
Joe : No way, no way. Tried it once, doesn't work. You got four guys all fighting over who's gonna be Mr. Black, but they don't know each other, so nobody wants to back down. No way. I pick. You're Mr. Pink. Be thankful you're not Mr. Yellow.
Mr. Brown : Yeah, but Mr. Brown is a little too close to Mr. Shit.
Mr. Pink : Mr. Pink sounds like Mr. Pussy. How 'bout if I'm Mr. Purple? That sounds good to me. I'll be Mr. Purple.
Joe : You're not Mr. Purple. Some guy on some other job is Mr. Purple. Your Mr. PINK.
Mr. White : Who cares what your name is?
Mr. Pink : Yeah, that's easy for your to say, you're Mr. White. You have a cool-sounding name. Alright look, if it's no big deal to be Mr. Pink, you wanna trade?
"
_

Reservoir Dogs (1992)

Jodaeiye Nader Az Simin (2011)

  

Festivallerde adının sıkça geçmesi ile paralel olarak bloglarda birbiri ardına yazılan eleştiriler ile dikkatimi çekti İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin “A Seperation” nu. Katıldığı birçok törenden ödülle dönmesi ve “En İyi Yabancı Film” dalında Oscar'a aday gösterilmesinin ardından daha fazla kayıtsız kalamamıştım filme.

Basitçe film, bir çiftin ayrılmaya karar vermesinden sonra yaşanan süreçler şeklinde devam edecek gibi başlamış olsa da Nader’in babasının durumu ile ilk darbeyi vurdu bana. Benzer süreçleri yakinen yaşamış olanları daha da etkileyecektir diye düşünüyorum ilgili sahneler. Nader’in karısı Simin’in evden ayrılmasından sonra babası ile ilgilenecek birilerini bulması gerekecektir Nader’in. Bu noktada yine Simin’in bir tanıdığı vesilesiyle Razieh, ilgileneceği kişinin yaşlı da olsa bir erkek olduğunu bilmeden gelir eve. Kocasına da söyleyemeden küçük kızı ile birlikte gidip yaşlı adamla ilgilenmeye başlar. Fakat bir süre sonra gerçekleşen bir olay, saklanan gerçekler, birbirine giren yalanlar durumları içinden çıkılamaz bir hale getirir.

Bu süreçte Razieh’in kocasına söylemeden karısıyla ayrı yaşayan bir erkeğin evine gitmesi, hasta ve yaşlı da olsa yine bir erkeğin her türlü bakımını yapması, o eve gitmek için saatlerini bir de yanında kızı varken yollarda geçirmesinin ona verdiği yorgunluk, en çok da tedirginliği an be an görürüz. Üstelik biraz da kendisinin yön verdiği, hesapta hiç olmayan olayların içinde bulacaktır kendini istemeden.

Öte yandan Simin yurtdışına gitmek, kızını orada büyütmek için Nader’i ikna edemediği için evden ayrılmıştır. Ergenlik çağını yaşayan kızları Termeh de anne ile babası arasında kalmış da olsa güçlü bir çocuk imajı çizmektedir. Termeh olanlara biraz da inanmak istememekte, annesinin geri geleceğini düşünmektedir. Termeh’in babası ile arasındaki ilişki de çok sağlam yansıtılmış, hoşuma giden sahnelerin bir kısmı da bu ikili arasında geçenler.

Film ilerledikçe her bir kişinin bakış açısından olayları düşünme şansı buluyor ve hemen hemen hepsine hak veriyorum. Nader’in yaşadıklarının ağırlığına üzülüyor, duygularını içine atarak olaylarla soğukkanlılıkla nasıl da baş edebildiğine şaşıyorum. Simin’i de bir kadın olarak anlamaya çalışıyorum, yaşadığı ortamı düşünüyorum. Termeh’in o olgun ifadesi, mantığı beni hayran bırakıyor kendine ve Razieh’in yerine koyuyorum kendimi, onun düştüğü duruma düşsem ne yapardım, o tedirgin, endişeli ruh hali ile öyle bir ortamda yetişip yaşadıklarını yaşasam ben ne yapardım onu düşünüyorum..

Kıyıda köşede kalmış gerçekleri, başka diyarlarda insanların nasıl da apayrı dertleri olduğunu hatırlatan naif bir film olmuş A Seperation.

                                Asghar Farhadi Oscar Ödülleri'nde

"At this time many Iranians all over the world are watching us and I imagine them to be very happy. They are happy not just because of an important award or a film or a filmmaker, but because at the time when talk of war, intimidation, and aggression is exchanged between politicians the name of their country, Iran, is spoken here through her glorious culture, a rich and ancient culture that has been hidden under the heavy dust of politics. I proudly offer this award to the people of my country, the people who respect all cultures and civilizations and despise hostility and resentment. Thank you so much"

Fragman: Moonrise Kingdom (2012)

Moonrise Kingdom, 16-27 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek 65. Cannes Film Festivali'nin açılış filmi olarak açıklandı. Wes Anderson 'un yönetmenliğini yaptığı film, Edward Norton, Bruce Willis, Bill Murray, Tilda Swinton, Frances McDormand, Harvey Keitel gibi sağlam oyuncuları bir araya getirmiş. Fragmandan asıl hikayenin çocukların ( Suzy'i Kara Hayward, Sam'i de Jared Gilman oynuyor) üzerine kurulu olduğunu gördüğümüz 60'larda geçen film, oyuncu kadrosu bir yana sadece dikkat çeken müzikleri ve rengarenk kostümleri, dekorları ile bile meraklandırdı beni.





The Artist (2011)


                 
Hakkında çok şey yazıldı, çok olumlu eleştiriler aldı, en son BAFTA ödülleri’nde aday olduğu 12 dalda 7 ödül kazanarak törene damgasını vurdu. Sırada da 10 dalda aday olduğu Akademi Ödülleri var.

The Artist’, geçtiğimiz mayıs, filmin ilk gösteriminin yapıldığı Cannes’ta büyük ses getirdi ve En İyi Aktör Ödülü’nü de Jean Dujardin alınca çoğu sinemasever gibi beni de meraklandıran filmler arasına girdi. Filmin sessiz çekildiğini okudum o sıralarda. Açıkçası sessiz film takip geçmişim sadece televizyonda denk geldiğimde, bir filmden herhangi bir kesit yayınladıklarında izlemekten ibaretti. Sessiz dönemin artık uzakta kalmasına, şimdi zorunluluktan değil de sanatsal nedenlerden dolayı bu tür filmler çekilmesine karşın sinemada böyle bir eseri izleme fırsatı yakaladığım için sevindim filmden çıktığımda. Fakat elimizin altında bu kadar olanak varken özellikle ismini sık sık duyduğumuz, bir ara izlerim deyip geçtiğim sessiz dönem filmlerini oturup izlemediğim için de kızdım kendime.

Fazla söylenecek bir şey yok aslında, aldığı, alacağı ödülleri sonuna kadar hak ediyor bu film. Oyunculuklar mükemmel, elbette başta sessiz dönem filmlerinin yıldızı George Valentin rolünde  Jean Dujardin defalarca söylendiği üzere filme çok yakışmıştı, tek kelimeyle bayıldım. O sırıtan, köpeğiyle maskaralıklar yapan adamı da, kariyeri ile beraber psikolojisi de çöken adamı da çok iyi canlandırmıştı. "Dans edebilen kız var mı?" sorusu ile sinema dünyasına adımını atıp oyuncu kadrosundaki ismini yukarılara taşıyarak sonunda aldığı başroller ile ismini afişlere büyük harflerle yazdıran Peppy Miller ile Bérénice Bejo da rolünün hakkını vermiş, sevimli bir karakter yaratmıştı. George Valentin’in şirin ve akıllı dostu Uggie’nin ise Cannes’ta Palm Dog ödülünü kazandığını söylemeden de geçmeyelim=)


Teknolojinin durmaksızın geliştiği, ses ve görüntü kalitesinin gün be gün arttığı bir zamanda böyle bir film ile yine de her şeyin oyuncuda bittiğini gösterdi The Artist ekibi. Seyirciye duyguyu geçirebilmek için oyuncunun kullanabileceği tek aracın mimikler, ifadeler olduğunu düşünürsek yapılan işin kolay olmadığını kabul etmek gerekir. Bunun dışında tek tek saymaya gerek yok artık, kostümler, müzik, dekor, hepsi çok başarılıydı ve dönemin ruhunu seyirciye fazlasıyla yansıtıyordu.
 
The Artist, sessiz film sevenlerin zaten bayılacağı, bu tür yapımlara yabancı olanların ise “sinema sadece göze hitap ederken de müthişmiş” diyeceği, en çok Jean Dujardin’in o harika gülümsemesi ile hatırlayacağım film.  

Not: 

Filmde George Valentin ’in filminin gösterimi sırasında orkestra ile canlı müzik sunuluyordu izleyicilere. Lumiere Kardeşler’in 28 Aralık 1895 tarihinde Paris’te yapılan ilk halka açık film gösteriminden başlayarak, sessiz filmler canlı müzik eşliğinde gösterilmekte imiş. (bkz.vikipedi )

Sesli dönemde The Artist gibi sanatsal nedenlerden ötürü sessiz çekilen başka birçok film ve kısa film var. Charlie Chaplin, “City Lights” (1931) ve “Modern Times” (1936) filmlerini de bu dönemde çekmiş.


Jean Dujardin, yapımcı Thomas Langmann ve yönetmen Michel Hazanavicius BAFTA Ödülleri 'nde


Yönetmen: Michel Hazanavicius
Senaryo: Michel Hazanavicius
Oyuncular:
Jean Dujardin (George Valentin), Bérénice Bejo (Peppy Miller), John Goodman (All Zimmer), James Cromwell (Clifton), Penelope Ann Miller (Doris)
Yapım:  2011 / Fransa|Belçika
Süre: 100 dakika

Insomnia (2002)



"These are two kinds of people in Alaska: Those were born here and those who come here to escape something."

İzlemeyi erteleyip durduğum filmler arasından ikisini geçen hafta izleyebildim. Biri beklentilerimin altındayken bir diğeri de “neden daha önce izlememişim” dedirtti. Insomnia maalesef beklentimi yüksek tuttuğumdan olsa gerek gayet sıradan bir seyirlikti. Maalesef, çünkü Christopher  Nolan filmlerini pek beğenerek izlediğimden uzun zamandır merak ettiğim ve oyuncu kadrosunda Al Pacino gibi bir ustayı barındırdığından tadından yenmez herhalde diye düşündüğüm bir filmdi.

Açılış sahneleri güzeldi, kuşbakışı izlediğimiz Alaska’nın karlı dağları, müzik.. Sonra helikopterdekileri görüyoruz: Dedektif Will Dormer (Al Pacino) ve Hap Eckhart (Martin Donovan), bir görevde usulsüzlük yaptıkları iddiasından dolayı haklarında açılan soruşturma devam ederken Alaska’da meydana gelen bir cinayeti araştırmak üzere Nightmute kasabasına doğru uçuyorlar. Onları orada dedektif Ellie Burr (Hilary Swank) karşılıyor. Bu arada Will ve Hap arasında da soruşturmayla ilgili olduğunu anladığımız bir sürtüşme ve güvensizlik var. Ayrıca dedektif Dormer’da Alaska'da yazları 24 saat sürebilen gündüz yüzünden insomnia baş gösteriyor, gün ışığı onun uyumasına izin vermiyor. Uykusuzluk ve bu halin getirdiği psikolojik sorunlar eşliğinde Dormer'ın, hem geride bırakıp geldiği soruşturmayla ilgili kendi iç hesaplaşması ile baş etmesi ve ortağı Eckhart'ın bu konuda arkasından neler yapabileceğini düşünmesi, hem de bu tür olaylarla pek karşılaşılmayan bu küçük kasabada gerçekleşen cinayete odaklanması gerekiyor. Fakat katil ile istemeden paylaştığı sır Dormer'ın işini iyice zorlaştırıyor.

Film ile ilgili en akılda kalıcı şey herhalde Al Pacino’nun uykusuz gözleridir. Ama öyle doğal ki sanki uykusunu alamadan film setine gelmiş de söyleceklerini hatırlamaya çalışıyor gibi. Yine de o haliyle hızlı hareket eden, çabuk karar vermesi gereken, bunu yaparken de kendi menfaatini gözeten bir polisi candırıyor. Bildiği doğrulara göre hareket ediyor, iyi ya da kötü. Pacino’ya eşlik eden diğer usta aktör de Robin Williams. Kendisini bu tarz rollerde pek görmediğimden midir bilmem, pek olmamış. Filmden sonra aynı rolde Kevin Spacey oynasaydı o soğuk ses tonu, hızlı konuşması ve bilmiş tavırlarıyla nasıl olurdu acaba diye düşünmedim değil. Hilary Swank başlarda tutuk ve itici gelse de –belki yazılan karakterden dolayıydı – sonradan alıştım, kendisi de Dormer’a hayran, bir şeyler öğrenmeye çalışan çaylak bir dedektifi canlandırıyordu.


Insomnia'yı Nolan’ın diğer filmlerinin yanına yakıştıramasam da yine de Al Pacino tek başına filmi sırtlamış. Konu oldukça güzel ilerleyebilecekken, hele ki Memento gibi bir filmi yazan, yöneten bir yönetmenin elinde yazık olmuş, çok daha iyi bir iş çıkabilirmiş. Ben öyle umuyordum en azından. Her neyse, izledikten sonra bu filmin de bir yeniden çevrim olduğunu fark ettim. Orijinali bir Norveç yapımı. Çok daha sağlam bir film olduğuna dair yorumlar okudum. Bazen bir şey ifade etmese de Imdb puanları da; Insomnia (1997)’nin 7.3, Insomnia (2002)’nin 7.2. Meraklılara iyi seyirler…

Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Hilary Seitz, Nikolaj Frobenius (1997 senaryo), Erik Skjoldbjærg (1997 senaryo)
Oyuncular:
Al Pacino (Will Dormer), Robin Williams (Walter Finch), Hilary Swank (Ellie Burr), Martin Donovan (Hap Eckhart), Paul Dooley (Chief Nyback), Nicky Katt (Fred Duggar), Crystal Lowe (Kay Connell), Maura Tierney (Rachel Clement)
Yapım:  2002 / Amerika|Kanada
Süre: 118 dakika