Bram Stoker's Dracula (1992)

 
"Do you believe in destiny?"

Kont Dracula...Varlığını sürdürebilmek için kan ile beslenen, soluk tenli, hayvanların –özellikle de yarasanın- şekline bürünebilen ne ölü ne de canlı bir efsane. Herkes tarafından bilinen bu efsanenin yaratılışı 19.yüzyılın sonlarına dayanıyor. Vampir mitinin asırlardır çeşitli kültürlerde yer almasına rağmen, 15.yüzyılda yaşamış III.Vlad Tepeş nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda’dan esinlenerek yaratılan Dracula’ya ilk defa Bram Stoker’in 1897 tarihli ‘Dracula’ romanında rastlıyoruz. Bram Stoker’ın, kendisinden bir hayli etkilenip efsanenin doğmasına neden olan Kazıklı Voyvoda, bu lakabı almasına neden olan, savaş esirlerini ( Bunların arasında pek çok Osmanlı askeri de varmış) kazıklara oturtmasıyla ünlüymüş. Dracula efsanesinden de bildiğimiz üzere işkence edip öldürdüğü esirlerin kanlarını da içtiği rivayet edilir.


Tahmin edebileceğiniz üzere roman yayımlandığında edebiyat dünyasında büyük ses getirmiş ve yıllar içinde de edebiyat ve sinemada en bilinen figürlerden biri haline gelmiş. Sinemada 1922’den bu yana Dracula efsanesi yaşıyor ve daha uzun yıllar da yaşayacaktır. 1922 yapımlı Dracula romanı uyarlaması ‘Nosferatu, eine Symphonie des Grauens’ telif hakları ödenmeden çekildiği için filmde Dracula ismi yerine Kont Orlok kullanılmış. O yıldan bu yana birçok Dracula filmi çekildi. Kont Dracula rolünü Bela Lugosi, Christopher Lee, Richard Roxburgh gibi birçok aktör canlandırmış şimdiye kadar. Hatta ‘Dracula İstanbul’da’ diye bir Türk yapımı Dracula filmi bile bulunuyor=). O film de Bram Stoker’ın ‘Dracula’ romanının Türkçeleştirilmiş hali olan ‘Kazıklı Voyvoda’ (Ali Rıza Seyfi-1923) adlı romandan uyarlama.


‘Bram Stoker’s Dracula’, romana en yakın uyarlamalardan biri sayılıyor. Sanırım bu filmi de diğer Dracula uyarlamalardan ayıran etken Kont Dracula’ya hayat veren Gary Oldman’dır. Efsanenin dayandırıldığı Vlad Tepeş ne kadar vahşi, acımasız ise Dracula’da bir o kadar öyle, ancak Gary Oldman bize onun daha çok hüzünlü ve aşık tarafını göstermeyi biliyor. Bana göre rol ile o kadar bütünleşiyor ki, biz izleyenler de adeta mekanı, tarihi hissedebiliyoruz. Her bir hareketini dikkatle takip ettim film boyunca, o mimiklerindeki inceliği görebilmek, ustalıkla kullandığı aksanını doğru anlayabilmek için zaman zaman geri sardığım da oldu.   

‘Leon’ da Norman Stansfield, ‘Batman Begins’ ve ‘The Dark Knight’ da James Gordon ve ‘Hary Potter’ da Sirius Black rolleri Gary Oldman’ın can verdiği karakterlerden sadece birkaçı. Ben onu ilk 1994 yapımı ‘Leon’ ile tanıdım. Filmin kilit oyuncularından birisiydi ve o psikopat rolünü Gary Oldman’dan başkası o şekilde kotarabilir miydi bilemem. Göründüğü tüm sahnelerde hayranlık ve saygıyla izlettirmişti kendini. Burada, nasıl izlediğim muhtemelen en kötü polis karakterine imza attıysa yine Batman’da da iyi polis rolünde devleşmişti. Dracula’dan sonra ise Oldman’ın tam bir karakter oyuncusu olduğunu çok iyi idrak ettim artık.

Film, Kont’un ölümsüzlüğünden önceki hayatıyla başlıyor. Avrupa’da Türklerin zafer üzerine zafer kazandığı ve Hristiyan aleminin Osmanlı’nın Avrupa’da bu kadar ilerlemesinden endişe duyduğu ve savaşların birbirini izlediği yıllar.. Transilvanya’da yaşayan Kont’un da savaşa gittiğini ve Türklere karşı bir galibiyet aldığını  görürüz. Sonrasında yenilgiden dolayı intikam için Türklerin Kont’un eşi Elisabeta’ya bir mektup yazıp Kont’un öldüğü haberini verdiği söyleniyor. Elisabeta da buna inanıp kendini nehre atıyor. Kont gelip durumu gördüğünde kabullenemiyor ve aşkının ölümüyle Tanrı’ya olan inancını kaybedip isyan ediyor… Bundan sonra sahne dört yüzyıl sonrasını, Londra 1897’sini gösterir ve başroldeki diğer iki oyuncuyu; Keanu Reeves ve Winona Ryder’ı görürüz. Keanu Reeves, filmdeki ismiyle Jonathan Harker, evlenmek üzere olduğu nişanlısı Mina (Winona Ryder)’dan bir süreliğine ayrılıp işyerinden Transilvanya’ya Kont Dracula ismindeki müşteriye Londra’da bir mülk satmak için gönderiliyor. Kont’un Jonathan’ı aldırmaya yolladığı arabacısından, şatoya gitmek için geçtikleri yollara, şatonun kasvetinden Dracula’nın hali, tavırları, kıyafetleri, konuşmasına kadar her şey  gerilimin başladığına işaretti. Özellikle gölge oyunlarına bayıldığımı söylemeliyim. Dracula’nın, intihar eden eşi Elisabeta’nın adeta yeniden vücut bulmuş hali olan Mina’nın fotoğrafını görmesiyle Jonathan’ı şatoda alıkoyması ve derhal Londra’ya yol alması kaçınılmaz oluyor. Londra’ya ayak basan elbette ki Transilvanya’da gördüğümüz Kont değildir. O şimdi etkileyici ve gizemli genç Prens Vlad’dir. Kont ve Mina'nın prenses hakkında yaptıkları şiirsel konuşma oldukça etkileyiciydi. Daha fazla ayrıntı verip filmin büyüsünü bozmak istemiyorum. Ancak Gary Oldman’ın üzerine bir de Dracula’nın saldırdığı Mina’nın arkadaşı Lucy’e yardım etmesi için çağrılan Profesör Van Helsing de Anthony Hopkins çıkınca film iyice tadından yenmez bir hal aldı. Kendini zaten kanıtlamış bu usta aktör de sıradışı karakteriyle filmin seyir zevkini artıran en büyük faktörlerden biri, keşke kendisini daha çok görebilseydik. Unutmadan söyleyelim, Dracula’nın şatosundaki gelinlerinden birini de o zamanlar şimdiki kadar tanınmayan Monica Bellucci oynamış..



Film, Keanu Reeves’in Matrix ile tanınmasından 7 yıl öncesinde çekilmiş. Fakat bu filmde  donuk performansıyla çok göze batıyordu. Jonathan’ın başından geçen tüm olaylara rağmen ruhsuzluğu, tepkisizliği çok garipti. Arada da eski Türk filmleri tadında çile çeken insanlarda görülen bir anda saçların beyazlaması vakası da yaşandı tabi Jonathan’da=). Winona Ryder ise oldukça başarılıydı, ancak yine de Gary Oldman’lı sahnelerde geri planda kalmaktan kurtulamamış sanki. Winona Ryder’ı daha önce Betle Juice’deki Lydia(1988) ve Edward ScissorHands’deki Kim(1990) rollerinde izleme fırsatı bulabilmiştim. Nedense bir türlü sevemedim onu. Filmografisine bakarken Black Swan’daki zorla emekli edilen balerin Beth karakterini de onun oynadığını görünce baya şaşırdım, hiç fark etmemiştim izlerken.


Bazı filmleri karakterleri ile hatırlarız ya, Dracula da onlardan biri. Tekrar tekrar söylüyorum; bu filmde Gary Oldman şahane bir oyunculukla izleyenleri filme çekmeyi ve onlarda büyük bir iz bırakmayı başarıyor. Böyle bir aktörün Oscar’a hiç aday gösterilmemiş olması da aslında Akademi’yi ne kadar ciddiye almamız(!) gerektiğini gösteren başka bir örnek. Her neyse; Gary Oldman’ın unutulmaz performansına tanık olmak isteyenler ve benim gibi bu tarz konulara meraklılar, onlar için bir klasik olacağını garanti ettiğim ‘Bram Stoker’s Dracula’ yı mutlaka izlemeli.

Film hakkında birkaç not;
- Filmin yönetmeni ‘The Godfather’ üçlemesiyle iz bırakan,  yine ‘Apocalypse Now’, ‘Patton’, ‘The Conversation’  gibi filmlerle tanınan beş Oscar ödüllü Francis Ford Coppola.
 - ‘Bram Stoker’s Dracula’ nın üç Oscar’ından başka sekiz ödül ve on iki adaylığı bulunuyor. Bunların ikisinin tabiki En İyi Kostüm ve En İyi Makyaj dallarında olduğunu söylemekte fayda var. Zira başta sevgili Kont’umuz Dracula olmak üzere filmde kullanılan kostümler ve makyaj bizi filmin havasına sokan etkili faktörlerden.   
- Film ve romanın oldukça farklı olduğu söylenmiş çoğu yerde. Ben okumadım romanı ancak romanda Dracula çok daha vahşiymiş filmdekinden.