My Left Foot (1954/1989)

"Bize acı veren sadece kaslarımız ve gövdelerimiz değildi; kimi zaman zihinlerimiz çarpık kollarımız ve bacaklarımızdan daha çok ilgiye ihtiyaç duyuyordu. Çarpık ağızlı ve yamuk elli bir çocuk bu sorunlara müdahale edilmeden büyümeye terk edilmişse kolayca ve hızla, hayata ve kendine karşı yanlış ve çarpık davranışlar geliştirebiliyordu. Çocuk, kendini normal çocuklarla kıyaslayıp zihnine "farklı" olduğuna dair bir düşünce yerleştirince, bu düşünce onunla birlikte büyüyordu. Bu çocuk hayata vücudu kadar zarar görmüş bir zihinle bakar hale geliyordu. Hayat, onun için kendi 'sakatlığının' ve kendi duygusal acısının sadece bir yansıması oluyordu."


Her zaman otobiyografileri okumaktan hoşlanmışımdır. Ancak "neleri okudun, nelerden bahsediyordu?" diye soran olursa hemen yanıt veremem sanırım. "My Left Foot" ise aksine birçoğu gibi, bitirdikten bir süre sonra unutacağım bir kitap değil. Her satırı içinize işliyor, kapağı kapattığınızda içiniz acıyor. Bazı şeyler hakkında daha fazla düşünmek gerektiğini öğretiyor, kim olursa olsun bir insanda her zaman gördüğümüzden daha fazlasının olduğunu, olabileceğini bize hatırlatıyor; yeter ki desteklensin, cesaretlendirilsin. 

Christy Brown, 1932 yılında Dublin’de bir duvarcı ustasının oğlu olarak dünyada geldi. Yirmi iki kardeşlerdi, ancak içlerinden on üçü hayatta kalabildi. Christy, doğuştan beyin felci kurbanıydı. Başta bir gariplik olduğunu fark etseler de büyüdükçe Christy’nin vücudundaki problem kendini iyice belli etmişti. Doktorlar çocuğa hemen zihinsel özürlü teşhisini koyarak yapacak bir şey olmadığını söylediler. İşte bu noktadan sonra Christy Brown’un hayatını değiştiren şey, kitabını ithaf ettiği, binlerce kez teşekkür ettiği annesinin ona olan inancı oluyor.

Brown, sol ayağını keşfedip onu nasıl kullanacağını çözdüğü, annesinin tüm çocuklarına ayırdığı zamandan fazlasını onunla geçirerek ona alfabeyi öğrettiği günlerden başlayarak, kendini geliştirip harika resimler yaptığı ve kendi kitaplarını yazdığı günlere kadar neler yaşadığını anlatıyor kitabında. Biz de okuyucu olarak ona bu yolculukta eşlik ediyor ve duygularını biraz olsun anlamaya çalışıyoruz. İnsanın; içinde fırtınalar kopmasına rağmen kendini ifade edememesinin, vücudunun istem dışı hareket ettiğini görüp de bir şey yapamamasının ne demek olduğunu, samimi duygularla sevilmeye ne kadar çok ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz… Ve sitemi, tanrıya kırgınlığı hissediyoruz… Daha fazla bir şey söylemeye gerek yok sanırım kitap hakkında, lütfen okumaya çalışın, fazla zamanınızı almayacaktır. (Nemesis Kitap, 189 sayfa, çeviri:Filiz Kahraman)

            
Yönetmen: Jim Sheridan
Senaryo: Christy Brown
Jim Sheridan, Shane Connaughton

Oyuncular:
Daniel Day-Lewis (Christy Brown), Brenda Fricker (Bridget Brown), Ray MacAnally (Paddy Brown), Fiona Shaw (Dr. Eileen Cole), Hugh O'Conor (genç Christy Brown), Ruth McCabe (Mary Carr)
Yapım:  1989 / İrlanda|İngiltere
Süre: 103 dk

Tesadüfen kitapçıda görüp aldığım “Sol Ayağım” ın filme de uyarlandığını bildiğimden hafızamda henüz taze iken filmini de izlemek istedim. Birçok fark vardı kitap ile film arasında. Mesela klinikte çalışan Sheila yerine kız kardeş Sheila gelmişti, Mrs. Brown’un Christy’nin ilk çocukluğundaki desteği yoktu, Christy’nin Fransa’ya yolculuğu yoktu, Dr. Collins yoktu, Katriona Delahunt yoktu, başlarda yalnızca Charles Dickens okuyan Christy’nin Dr. Collins'in de yardımlarıyla kendini geliştirdiği zamanlar yoktu. Ama bütün bunları biraz olsun unutturacak enfes bir oyunculuk vardı: Daniel Day-Lewis Christy Brown’u ustalıkla canlandırmış, karakter oyuncusu nedir, bunu göstermiş. Rolünün ve aldığı Oscar’ın hakkını sonuna kadar vermiş diye düşünüyorum. Lewis’le beraber filmde unutulmayacak diğer bir performans Brenda Fricker’indi. Filmi izlerken kesinlikle daha önce gördüğümü bildiğim bu kadın “Evde Tek Başına 2” deki Güvercin Kadın’dı. Brenda Fricker, ailesini bir arada tutan güçlü anne Mrs. Brown rolünde çok çok iyiydi. Harry Potter’ın kötü teyzesi Fiona Shaw’ı zaten kitapta olmayan Dr.Eileen Cole karakterinde pek beğenmedim. Neden böyle bir değişikliğe gittiklerini de anlayamadım, ki film 2 saat bile değildi, belki biraz daha uzatılıp orijinale sadık kalınabilirdi. Kitabın aksine filmde Christy’nin babasının ağırlığı daha fazlaydı gibi geldi bana (Ray McAnally). Son olarak genç Christy Brown rolü ile 14 yaşındaki Hugh O’Conor oldukça zor ve inandırıcılık gerektirmesine rağmen kesinlikle beni etkilemeyi başardı diyebilirim, beyin felçli ve konuşma yetisini de kullanamayan 10 yaşlarındaki çocuğun o sıkıntısını sadece gözlerini kullanarak karşıya geçirebildi.

  Brenda Fricker ve Daniel Day-Lewis

Filmde Christy Brown’un eşi Mary Carr (Ruth McCabe) da yer alıyordu. Yardım gecesinde kendisine eşlik ediyor ve o, kitabı okurken biz de Christy’nin hikayesini izliyorduk. Kitapta yer almamasına rağmen güzel bir detaydı, sevdim.

Bitirirken; “kitabın verdiği duygu ve hazzı filmden alabilmek çok zor”, bunu söylemek lazım. Ancak yine de bu yaşam öyküsünde özellikle Daniel Day Lewis ve Brenda Fricker eksikleri çok da aratmıyor, Christy Brown’un şahsı ve başardıklarına güzel bir saygı duruşu olmuş “Benim Sol Ayağım” filmi.

Notlar:

Christy Brown, önceleri kitabın ismini bir ironi yaratarak “Bir Zihinsel Engellinin Anıları” koymayı düşünmüş.

Brown, "Sol Ayağım" ı yazdığı 1954'ten 1970'e kadar başka roman yazmadı. İlk kitabının yayımlanmasının ardından "Her gün Hüzün (Down All the Days)" isimli ikinci kitabını çıkardı. Bunu ikisi şiir kitabı olmak üzere beş eser takip etti. Christy Brown, karısı Mary Carr ile yaşadığı Somerset'te kırk dokuz yaşındayken öldü.

Christy Brown, klasik müziğe de oldukça düşkündü, bunu filmde de görebilmek mümkün.

Metod oyunculuğu yöntemi ile rollerine hazırlandığı bilinen Daniel Day-Lewis, Christy Brown kimliğine girebilmek adına sette sürekli tekerlekli sandalye kullanmış, hatta kambur durmaktan 2 kaburga kemiğini kırmış.

Kitapta bulunmayan, ancak Lewis’in oyunculuğu deyim yerindeyse konuşturduğu restoran sahnesi benim unutulmazlarım arasına girdi.

Filmin toplamda 19 ödülü ve 15 adaylığı var. 1990 Akademi Ödülleri'nde En İyi Erkek Oyuncu  (Daniel Day-Lewis) ve En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Brenda Fricker) dalında kazanmış, En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Uyarlama Senaryo dalında adaylık almıştır. 

Christy Brown ve Mary Carr


SOA: The House of The Rising Sun

 

Sons of Anarchy 4.sezonu mükemmel bir bölüm, mükemmel bir kare ve bu mükemmel şarkıyla bitirdi.


 

Sevgili Gemma'mız (Katey Sagal) da nefis söylemiş

Gelecek sezon kulüp kendi iç hesaplaşmasını yapacak gibi görünüyor, sabırsızlıkla bekleyeceğiz artık.



To Kill A Mockingbird (1960/1962)



Atticus bir gün Jem’e şöyle dedi:  “Arka bahçede ki tenekeleri vurmanızı yeğlerim ama kuşların peşine düşeceğinizi de biliyorum. İstediğiniz kadar karga vurun ama unutmayın: Bülbülü öldürmek günahtır.” Atticus’un günah sözünü kullandığını ilk ve son kez duyuyordum. Bayan Maudie’ye danıştım.
“Baban haklı” dedi. “Bülbüller yalnlzca müzik üretirler,bizi eğlendirmek için. Bahçeleri yağmalamazlar, tarlalarda yuva yapmazlar. Yalnızca şarkı söylerler, hem de yürekleri paralanana dek. İşte o nedenle günahtır bülbülü öldürmek.”

Çocukluğumda okuduğum kitaplar aklıma geldi Bülbülü Öldürmek’i okurken. Çocuk Kalbi, Şeker Portakalı, Pal Sokağı Çocukları.. Her biri bana okumayı sevdiren kitaplardı, ben de hikayesini anlatan çocukla beraber türlü badireler atlatırdım. Bülbülü öldürmek de bir çocuğun, Harper Lee’nin kendi çocukluğunu yansıtarak yarattığı Jean Louis Finch’in -ki biz onu Scout olarak tanırız ve severiz roman boyunca- gözünden anlatılıyor bizlere.
“On üçüne az kala ağabeyim Jem’in kolu dirsekten kırıldı” diye başlıyor roman. Bu olayın yaşanmasına neden olacak olaylar zincirini anlatıyor Scout bize. Baş kahramanlar elbette Scout, ağabeyi Jem, babaları Atticus Finch, arkadaşları Dill, komşuları Boo Radley, Atticus'un müvekkili Tom Robinson, yardımcıları Calpurnia, davacılar Bob ve Mayella Ewell, Bayan Maudie, diğerleri de karakterlerin yaşadığı Maycomb kasabasının geriye kalan sakinleridir.
Kitabı okudukça farklı duygular hissettim; Scout, Jem ve Dill ile yaramazlık yaptım, heyecanlandım, onlarla birlikte olayları abarttım. Çocuklar ne kadar duygularını uçlarda yaşıyorsa Atticus da bir o kadar duygularını belli etmeyen bir karakter. Genç bir baba değil, 50’sine yakın olduğundan bahsediliyor. Kendisi poker oynamaz, ava çıkmaz, içki içmez ve sigara kullanmaz, genellikle oturma odasında oturup okur. Jem, arkadaşlarının babalarından farklı gördüğü tüm bu özelliklerinden dolayı babasına isyan etse de onu giderek daha iyi anlayacaktır. Babasının futbol oynamaktan, avcılıktan çok daha değerli özelliklerini, bilmediği yönlerini keşfedecektir. Atticus Finch harika bir örnek çocuklarına, karısının ölümünün ardından onları iyi birer insan olarak yetiştirmeye çalışıyor. Anlayışlı, aynı zamanda da otoriter, her zaman Scout ve Jem’e gerçekleri gizlemeden anlatıyor, sabırla onları dinliyor ve destekliyor. Silahlardan nefret eden ve çocuklarını şiddetten olabildiğince uzak tutmaya çalışan bir baba.
Bülbülü Öldürmek, 1930’ların Amerika’sından, ırkçılığın yükseldiği zamanlardan küçük bir kesit sunuyor bizlere. Toplumsal değerler, yargılar, önyargılardan bahsediyor. İnsanları renklerine göre ayırmaktan, ırkçılığın boyutlarından, bunun da ortaya çıkardığı hiyerarşik yapıdan, cahilliğin ve bencilliğin yol açtıklarından söz ediyor. Kendisine atfedilen suçu işlemediği, dikkatli avukat Atticus Finch tarafından ispat edilse bile sadece derisinin rengi siyah olduğu için sözlerinin bir değeri olmayan Tom Robinson’u anlatıyor. Siyahların toplumda ayrı tutulduğu, istenmediği, onları beyazlar ile eşit gören ve ona göre davrananların da dışlandığı bir ortamda geçiyor Bülbülü Öldürmek. Bu, bir de bize 10 yaşındaki bir çocuğun ağzından anlatılınca fazlasıyla saf ve doğal bir roman ortaya çıkmış.
Adalete olan inancı, tüm kasabayı karşısına alışı (kasabada nigger* lover diyenler oluyor Tom Robinson’u savunduğu için) ve yarattığı baba figürü ile Atticus Finch’e saygı ve hayranlık duymamanın imkanı yok kitabı okurken. Duruşmadaki o muhteşem konuşması unutulmayacak bölümlerden.. Sorgulayan, meraklı, yaramaz ama sağlam karakterli birer birey olarak yetişen çocuk karakterlere bayıldım. Scout ile Jem’in arasındaki ilişki çok güzel anlatılmıştı. Scout'un Halloween için giydiği domuz butu kostümü içindeyken ağabeyi ile yaşadığı macerayı unutmak imkansız.
En önemli karakterlerden birisi de Boo Radley. Radley’ler de Finch’lerin komşusu oluyor. Çocukların kapıları nadir açılan evlerde görmediği ama yaşadığını bildiği efsane insanlar olur ya, Boo da onlardan biri. Boo’nun gençliğinde yaşanan bazı olaylardan sonra Radley’ler içlerine kapanmışlar. Çocukların bu aileyi ve Boo’yu betimleme şekli ise şöyle: “Radley’lerin evinde bilinmeyen bir yaratık oturuyordu”, “Radley bahçesine düşen bir top yitik bir toptu”.  Çocuklar nasıl Boo’yu görmek istiyor, merak ediyor, ondan korkuyorsa o da çocukları izliyor, onlarla iletişime geçmek istiyor ama aynı zamanda da çekiniyor ve dış dünyadan korkuyor.
Harper Lee’nin gözlem gücü samimi cümlelerde, bazen gerçekten de bir çocuktan dinlediğimi sandığım olayları anlatışında gösteriyor kendini. Eserin, yazarın tek ve Pulitzer ödüllü romanı olduğunu söylemekte de fayda var. 

Yönetmen: Robert Mulligan
Senaryo: Harper Lee, Horton Foote
Oyuncular: Gregory Peck (Atticus Finch), Mary Badham (Scout), Phillip Alford (Jem), Brock Peters (Tom Robinson),  Robert Duvall (Boo Radley), Estelle Evans (Calpurnia), James Anderson (Bob Ewell), Collin Wilcox Paxton (Mayella Violet Ewell), Frank Overton (Şerif Tate)
Yapım:  1962/Amerika
Süre: 129 dk


Uyarlama filmler çoğu zaman hayal kırıklığı yaratsa da Bülbülü Öldürmek (1962), benim için romana bağlı kalınarak, uygun mekanlar ve oyuncular ile çekilmiş olmasından dolayı beğendiğim birkaç uyarlama film arasında yerini aldı. Okurken hayal ettiğim kişiler, yerler her ne kadar beyazperdede mecburen sınırlanmış olsa da romanla paralel gitmesinden ötürü çok hoşuma gitti film. Replikler çoğu yerde kelimesi kelimesine aynıydı romandaki diyaloglar ile. Ancak 2 küsur saatlik bir zaman dilimine kitap sığdırılamayacağı için filmde çocukların yaşadıklarına ve Tom Robinson davasına odaklanılmış ve bazı yan olaylar aktarılmamış.
Filmin çekildiği ortam tam da romanda yansıtıldığı gibidir. O yüzden yeniden çevrim gibi bir durum oluşursa, aynı atmosferin korunabileceğini pek düşünmüyorum. Özellikle mahkeme sahnesi gerçekten etkiledi beni. Tasvir edilen o sıcaklık, siyah insanların beyazlardan ayrı oturuşu, Atticus'un savunması, siyahların o geçerken ayağa kalkmaları gibi tüm olaylar filmde de işlenmişti.

 
Atticus ve Scout

Atticus Finch rolünde Gregory Peck muazzamdı. Ses tonu, dış görünüşü, her şeyiyle aynen romanda okuduğumuz Atticus’u canlandırmış, hatta adeta Atticus Finch olmuştur. Hiç tereddütsüz tüm kasabayı karşısına almayı göze almış, müvekkilinin ölüm tehlikesine karşın tüm gece başında beklemiş, mükemmel bir nişancı olmasına rağmen silaha elini sürmek istememiş, başı dik gezebilmek için yapılması gerekenden kaçmamış, inandığı değerleri sonuna dek savunmuş, söylediklerinin doğru olduğunu bile bile ona inanmak istemeyen, önyargılı, saplantılı bir gruba gördüğüm en sağlam savunmalardan birini yapmış, tüm bunlara rağmen yine de yüzüne tüküren adamın karşısında kılını bile kıpırdatmamıştır. 
Scout, Jem ve Dill’i oynayan çocuk karakterler de çok başarılıydı. Öyle ki Scout rolüyle Mary Badham 10 yaşında 1963 Akademi Ödülleri’nde "en iyi yardımcı kadın oyuncu" dalında aday gösterilmiştir. Gregory Peck de yine 1963 ise "en iyi erkek oyuncu ödülü" nü almıştır. Filmin müziği de (Elmer Bernstein) hoştu, keza müzik ile de adaylık almıştır film. 

Harper Lee, çekimlerin ilk haftalarında bulunmuş, daha sonra kendisi olmadan da herşeyin iyi gideceğine ikna olduktan sonra çekimlere gitmeyi bırakmış.


Hayatın farklı dönemlerinde tekrar tekrar okunabilecek nitelikte bir roman To Kill a Mockingbird. Edebi bir roman olmadığından söz edenler olsa da zaten söylediğim gibi Scout’un (ya da Harper Lee’nin çocukluğunun) ağzından yazılan bu romanın daha ağdalı bir dile sahip olması da samimiyet ve inandırıcılığını kaybetmesine, satır aralarında asıl söylenmek istenenlerin belki de kaybolmasına neden olacaktı. Kitabın yıllardır bu kadar okunup sevilmesi ve filmin de klasik haline gelmesinin nedeni de budur diye düşünüyorum Meraklılara kitabı okuyup ardından da filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederim.


Notlar:
Dill karakterini Harper Lee, çocukluk arkadaşı ünlü yazar Truman Capote’den esinlenerek yaratmış.
Mockingbird kelimesinin karşılığı aslında bülbül değil de alaycı kuş. Usta bir taklit yeteneği olan bu kuşların sesi çok güzel deniliyor, o yüzden de Türkçe’de bunun en yakın karşılığı olarak bülbül düşünülmüş sanırım.
Film, "Amerikan Barolar Birliği Dergisi" nin Ağustos 2008 sayısında yayımladığı "En İyi 25 Mahkeme Filmi" anketinde birinci sırada yer almıştır.
Sekiz dalda birden aday gösterildiği Akademi Ödülleri'nden "en iyi erkek oyuncu", "en iyi sanat yönetimi" ve "en iyi uyarlama senaryo" dallarında olmak üzere üçünü kazanmıştır.
Robert Duvall'in (Boo Radley) ilk filmidir (diğerleri için The Godfather I-II (1972,1974), Apocalypse Now (1979), Deep Impact (1998)… ). Kendisi filmde kısa ancak hafızalarda yer eden bir performans çıkarmıştır.
2003 yılında Amerikan Film Endüstrisi tarafından Atticus Finch "gelmiş geçmiş en iyi film kahramanı" seçilmiştir.
Gregory Peck, canlandıracağı Atticus'a karakterine model olan Harper Lee'nin babası ile tanışmış. Film gösterilmeden önce Lee'nin babası ölmüş. Lee, Gregory Peck'in performansından çok etkilenmiş ve ona babasının cep saatini vermiştir.

*nigger: Sömürgeci ülkelerin köle olarak Afrika’dan getirdikleri siyahi insanlar için söyledikleri aşağılayıcı bir kelime. Malcolm X gibi insanların önderliği ile siyahi hakları savunuculuğunun yükselişe geçtiği 1960’larda bu kelime yerine "Afro-Amerikan" tabiri kullanılmaya başlanmış.

Ahmet Ümit - Sis ve Gece

    Ahmet Ümit’i bu ilk okuyuşum değil. Daha önce İstanbul Hatırası vesilesiyle tanışmıştım kendisiyle. Tarih ve arkeolojiye meraklı olduğumdan roman içine çekmişti beni. Bir de işin içine cinayetler ve gizem girince okumaya doyum olmadı. O kadar bilgi, o kadar karmaşa, bulmaca, tahmin etsem de istemeyeceğim şekilde sonlanınca doğrusunu söylemek gerekirse burulmadım değil. Nitekim Sis ve Gece’de de benzer örgüyü görünce Ahmet Ümit’in tarzı bu olsa gerek diye düşünüyorum.
    
    İstanbul Hatıra’sından sonra beğendiğim Ahmet Ümit’i ilk romanından itibaren okuyayım en iyisi diyerek almıştım Sis ve Gece’yi. İyi de yapmışım. Dediğim gibi olayların çözümü tatmin etmeyebilir bazı okuyucuları. Ayrıntı vermemeye çalışarak şunu da eklemem gerek ki “Peki bunun anlamı neydi o zaman?”, “Şu konuya neden girdi ki?” sorularını her iki romanı bitirdiğimde de sordum. Bazılarını roman karakterinin iç dünyasının sonuçları olarak açıklayabilsem de havada kalanlar olmadı değil.
    
    Tüm bunların yanında özellikle İstanbul Hatırası'ndaki tarih ve büyük bir emek kokan sayfalar, ayrıca her iki kitaba dayanarak söyleyebileceğim yazarın akıcı anlatımı bendenize kitapları sevdirmeye yetti.
    
    Yeniden Sis ve Gece’ye döner isek; sevdiği birini kaybeden gözü kara bir istihbaratçının etrafında İstihbarat Teşkilatı’nın kendi ile hesaplaşması, güce sahip insanların kaybetme korkusu içinde yapabilecekleri konu ediliyor. Dediğim gibi sevdiğini arayan Sedat, yakın geçmişte çok sevdiği bir abisini kaybetmiştir ve bir çatışmadan yaralı olarak çıkmıştır. Bunların sonucunda duygusal olarak da yıpranmanın etkisiyle sevdiği kayıp kızı, Mine’yi ararken olayları içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Bunda paranoyak teşkilat başkanı ve amcası İsmet Bey’in de katkısı oluyor.   
    
    Kitabı okuduktan sonra uyarlama filmine rastladım televizyonda. Sedat Komiser'i Uğur Polat, Mine’yi de Selma Ergeç oynuyordu. İnsanın hayallerinin ne kadar engin olduğunun kanıtı bence romandan uyarlama filmler. Onlar ne kadar iyi olursa olsun herkesin hayallerinde farklı mekanlar olduğu, başrollerinde farklı kimseler oynadığı için bu kadar değerli kitaplar. Yine de Uğur Polat’ı oldukça başarılı bulduğumu söylemeliyim, beğendiğim bir aktördür. Sedat’ın gözünden anlatılan romanda, onun iç seslerini okuduğumuz satırları beyaz perdede yansıtabileceği kadar iyi yansıtmış yine de. Film 2007 yapımı, yönetmeni Turgut Yasalar. Ayten Uncuoğlu, Sinan Albayrak, Yetkin Dikinciler, Tardu Flordun, Oktay Kaynarca, İlyas Salman, Devrim Nas, Itır Esen gibi birçok değerli oyuncu var kadrosunda.

    Özellikle polisiye, gizem türlerine ilgisi olanların seveceği, yargısız infazların, kişinin sadece görmek istediği şekilde baktığında yaşanabileceklerin, polis-sivil çatışmasının, örgütlerin, baskınların, yasak bir aşkın hikayesi.


Filmekimi !

  


Yukarıda harika afişini gördüğünüz ve 10.yılını kutlayan Filmekimi, bu ekimde etkinliğini sadece İstanbul'da değil, Türkiye'nin beş kentinde daha gerçekleştiriyor! Bu kentler İzmir, Bursa, Konya, Trabzon ve Diyarbakır.
Berlin, Venedik, Cannes gibi festivallerde gösterime çıkmış ve usta yönetmenlerin merakla beklenen filmlerinin Türkiye gösterimlerinin İstanbul ile sınırlı kalmaması çok güzel. Açıkçası programdaki çoğu film hakkında bilgim yok, ama umarım birçoğunu izleyebilirim. Özellikle 'Melancholia', 'A Dangerous Method', 'Jane Eyre', 'Contagion' merak ettiğim yapımlar. Programda yer alan yapımlardan biri de 20 yıl boyunca film yapması yasaklanan yönetmen Cafer Panahi'nin 'This Is Not a Film' i. Kendisi 'Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefeti desteklediği' için 6 yıl hapis, 20 yıl sinema cezası almış. Hapiste geçirdiği günlerini anlattığı 'This Is Not a Film' Cannes'a bir usb bellekte yurtdışına çıkarılıp getirilmiş. Tilda Swinton'un başrolünde olduğu 'We Need the Talk About Kevin' da beklediğim filmler arasında. Cannes'ta gösterilen 'The Tree of Life' ı da programda görürüm sanıyordum fakat yok, ama yine de önümüzdeki günlerde programa açıklanmayan başka filmlerin de dahil edileceğini okudum bir blogda ( bkz. izlandik.wordpress.com).

     Filmekimi seçkisi 13–16 Ekim’de İzmir YKM Cinebonus, 20–23 Ekim’de Bursa Burç ve Konya’da Kule Site Sineması, 27–30 Ekim’de Trabzon’da Cinebonus Forum Trabzon ve Diyarbakır’da Avrupa Sineması’nda izleyicilerle buluşacak. İstanbul dışındaki kentlerde yapılacak gösterimlerin programı, ağırlıklı olarak Avrupa filmlerinden oluşacak.
     

Peki programda neler var?

Le Gamin Au Velo (Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne)
Melancholia (Lars von Trier)
Elena (Andrey Zvyagintsev)
Snowtown (Justin Kurzel)
The Artist (Michel Hazanavicius)
La Guerre Est Declarée (Valérie Donzelli)
This Is Not a Film (Mojtaba Mirtahmasb & Cafer Panahi)
This Must Be the Place (Paolo Sorrentino)
Where Do We Go Now? (Nadine Labaki)
Restless (Gus Van Sant)
Contagion (Steven Soderbergh)
A Dangerous Method (David Cronenberg)
We Need to Talk Abaout Kevin (Lynne Ramsay)
Tyrannosaur (Paddy Considine)
Tomboy (Céline Sciamma)
Hwanghae (Na Hong-Jin)
The Future (Miranda July)
Willkommen in Deutschland (Yasemin Şamdereli)
Café De Flore (Jean-Marc Vallée)
Beginners (Mike Mills)
The Devil's Double (Lee Tamahori)
Holiday (Guillaume Nicloux)
Jane Eyre (Cary Joji Fukunaga)
Margin Call (J.C. Chandor)
My Piece of the Pie (Cédric Klapisch)
Life in a Day (Kevin Macdonald)
Simple Simon (Andread Öhman)
Le Skylab (Julie Delpy)
Sleeping Beauty (Julia Leigh)
A Cat in Paris (Jean-Loup Felicioli & Alain Gagnol)

 

Biletler için;
Filmekimi biletleri, 1 Ekim Cumartesi saat 11.00’den itibaren;

- Biletix satış noktaları,
- www.biletix.com,
- Biletix çağrı merkezi (0216) 556 98 00 ile
- Atlas, Beyoğlu ve City’s gişelerinden satışa sunulacak.
Filmekimi’nde hafta içi gündüz seansları (11.00, 13.30, 16.00) sadece 5 TL. Haftaiçi 19.00 ve 21.30 seansları ile hafta sonu tüm seanslar tam 14, indirimli 8 TL.

     Bilet fiyatları İzmir için 10 TL ve 8 TL (indirimli), Bursa, Konya ve Trabzon için 8 TL ve 5 TL (indirimli), Diyarbakır için 5 TL ve 3 TL (indirimli) olarak belirlendi. Bu beş şehirdeki biletler de yine Biletix üzerinden, İstanbul’daki biletlerle aynı tarihlerde satışa çıkacak.

Ayrıntılı bilgi için; 

The Dark Knight Rises'tan İlk Afiş


Christopher Nolan'ın Batman Begins (2005) ve The Dark Knight (2008) 'ten sonra serinin devam filmi olarak sinemaseverlerin beğenisine sunacağı The Dark Knight Rises filminin ilk afişi yayınlanalı birkaç gün oldu ancak afişi çok beğendiğim için ben de paylaşmak istedim.

Filmin ana kadrosu yine ilk iki filmin kadrosu ile aynı: Christian Bale Batman rolünde bence oldukça iyi bir iş çıkarıyor, keza Alfred rolü ile keşke daha çok görünse dediğimiz Michael Caine, Gordon karakteri ile seyir zevkimizi katlayan Gary Oldman ve tabiki Fox rolüyle Morgan Freeman gibi usta aktörlerin yanında Catwoman karakteri ile Anne Hathaway ve Bane karakteri ile de Tom Hardy'i izleyeceğiz. Şu sıralarda gösterimde olan "Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2" filmi ile fragmanı gösterilen film, Temmuz 2012'de gösterime girecek

Ve Nihayet: Sons of Anarchy ( 2008– )


Nihayet 3.sezon finalini de izledim ve tek kelimeyle özetleyebilirim artık bu diziyi: Muhteşem. Son bölüm bile tek başına bu övgüyü fazlasıyla hak ediyor bence. On dakikada bir seyirciye duygu değişimi yaşatan, olayların zekice hazırlandığı, geliştiği ve sonlandığı mükemmel bir bölüm olmuş. Bittiğinde 'keşke daha ağırdan alsaydım izlemeyi' dedim dizi için.

Uzun uzun bahsetmeyeceğim diyordum ama ne zamandır Sons hakkında yazmayı planladığımdan akışına bıraktığımda birazcık uzun bir yazı çıktı ortaya. Hikayesi, karakterleri, müzikleri, mekanları ile kısa zamanda izlediğim en iyi diziler arasına girdi.

Dizi, California'nın Charming kasabasında Sons Of Anarchy adında bir motorsiklet kulübü etrafında şekilleniyor. Her bir üyesi birbirinden özel ve şahsına münhasır(!) olan bu kulüp yalnızca Harleyseverlerden meydana gelen sıradan bir kulüp değil tabiî ki. Silah kaçakçılığı kulübün başlıca geçim kaynağı. Bu işte kimlerle ilişkiler kurulacak, kimlere eskortluk yapılacak, kimlerle ateşkes yapılıp hangi kulüp/çetelere savaş ilan edilecek üyelerin en büyük dertleri bunlar. Ama sanmayın ki motor üzerinde silah kaçakçılığı yapan bir grup suçludan ibarettir Samcro. Tam tersi aileler ile kulüp öylesine iç içe ki bu tehlikeli olaylardan zaman zaman sevdikleri zarar gördüğünde yapamayacakları şey yok elemanların. Aynı durum kasabalılar için de geçerli, kasabaya sakinlerine zarar verecek, aynı zamanda kendi düzenlerini bozacak herşeyin karşısında duruyorlar. Ayrıca kulüpte esaslı da bir hiyerarşi söz konusu. Orijinal kulüp Redwood karteli (SAMCRO), dizinin de üzerine kurulu olduğu California, Charming’teki kulüp. Bunların çeşitli mekanlarda kolları, göçebe ekipleri yani SamCro’ya bağlı olan karteller var. Kulübe katılmak da öyle kolay değil. Yeni eleman yetiştireceklerinde o eleman Çaylak (Prospect) olarak tam bir sene geçiriyor. Çaylaklar genelde tamirhane görünümünde kulübün mekanı olan Teller&Morrow'da bekleyip ayak işlerini görüyorlar.  


Ne yazık ki herkesin izlediği bazı diziler kadar popüler değil anladığım kadarıyla SoA. Ben arkadaşlarımdan izleyen duymadım, yazı sonunda linkini vereceğim blog vasıtasıyla haberdar oldum diziden ve diziyi izleyen oldukça sağlam bir kitlenin varlığını da öğrenmiş oldum.  

Samcro'nun Nordlar, Mayanlar gibi rakip kulüplerle çekişmeleri sabit konu olarak işleniyor dizide. Hem Soa'daki hem de diğer ittifak halinde veya rakip oldukları kulüplerdeki farklı ırklar, aksanlar, tipler adeta Amerika'nın arka bahçesinin küçük bir kopyası olarak gözler önüne serilmiş oluyor. Diziyi bu kadar sevdiren ve izlenilir kılan başlıca unsur elbette her biri birbirinden yetenekli oyuncular. Yardımcı rollerden figüranlara kadar hepsi de rollerinin hakkını vererek oynuyor.




Biraz dizinin ağır toplarından bahsedeyim sizlere:


Gemma Teller Morrow:
Clay’in eşi, Jax’in annesi. Dizinin merkezinde bu karakter yer alıyor desem yanlış olmaz heralde. Yeri geldiğinde en zor kararları almaktan çekinmeyecek sağlam ve acımasız bir old lady. Sırlarla dolu, kulübün en büyük koruyucularından biri. Yeri geldiğinde de duygusal bir anne, bir büyükanne. Karakteri Lost izleyenler birkaç bölüm John Locke’un sevgilisi olarak hatırlayacaklardır. Daha eskilere gidersek de Married with Children’ın Peggy Bundy’si Katey Sagal kendileri. Sons Of Anarchy’de harikalar yarattığı Gemma Teller karakteri ona Altın Küre’yi kazandırdı.


  
Clarence 'Clay' Morrow:
Filmlerle çok içli dışlı olmayan çoğu kişinin bile “ben bu adamı bir yerden tanıyorum” diyeceği filmografisi epey kabarık olan Ron Perlman’ı en çok “Hellboy” serisinden hatırlarsınız. SOA’daysa kendine has üslübuyla kulüp başkanı Clay Morrow karakterine başarıyla can veriyor. Clay, Samcro'nun kurucu üyelerinden biri (First 9). Genelde zorlu kararları kolay verebiliyor, kulübü her şeyin önünde tutuyor. Düzenin bozulmasını istemiyor, Jax'in aksine sorunları eski usüllerle çözmekten yana. Gemma ile birlikte mükemmel bir ikili olmuşlar diyebilirim.




Jackson 'Jax' Teller:
Jax (Charlie Hunnam), dizinin ana karakterlerinden. Gemma’nın oğlu, Clay’in üvey oğlu ve kulüp başkan yardımcısı. Kulübün gidişatından memnun olmamakla birlikte her olayda kulüp için kendini ateşe atan ilk kişi yine Jax oluyor. Babası John Teller'dan kalan kitap taslağından okudukları ile kafası karışıyor, babasının yarım bıraktıklarını tamamlamayı hayal ediyor. Bu yüzden de sık sık Clay ile çatışıyor. Hem bir aile kurmaya hem de kulübü daha risksiz işlere sokmaya çalışırken her türlü belanın ortasında buluyor kendini. Charlie Hunnam'ı daha önce bir yapımda izlemediğimi düşünürken Cold Mountain ve Children of Men' de yer aldığını okuyunca şaşırdım. Biraz bakınınca hatırladım sonra, oldukça farklı karakterleri canlandırmıştı bu filmlerde de. Ancak bu diziyle yıldızının daha da parladığını düşünüyorum, Jax karakterini başarıyla canlandırıyor.


 

Tara Knowles:
Başlarda olmasaydı olurdu diyeceğim bir karakterdi Tara (Maggie Siff), ama son sezonda baya alıştım ona. Charming kasabası hastanesi doktorlarından,  Jax'in sevgilisi ve haliyle kulübümüzün doktoru kendisi. Jax ile baya eski bir mazileri var, kasabadan ayrıldıktan sonra yine oradaki hastaneye dönüyor ve yine yolları kesişiyor tabiki Jax’le. Sürekli belasız ve yalansız bir hayatın hayallerini kursa da daima kasabada dönen olayların merkezinde olan insanlardan biri.  
  
Kulübün bütün elemanlarından uzun uzun bahsetmek isterdim. Benim gözümde hiçbiri geri planda kalmıyor, hepsi de öyle karakterler yaratmışlar ki diziyi tüm hepsiyle bir bütün olarak seviyorsun. Clay’in bir numaralı adamı, psikopat, sapık, tam bir kötü ama bir o kadar eğlenceli adam Tig, benim en sevdiklerimden harika İrlanda aksanıyla Irish boy Chibs, kulübün hacker’ı müthiş saç modeliyle Juice, Opie, Piney, Robert “Boby Elvis” Munson, Şerif Wayne, Half Sack, adamım Happy ve daha birçok güzide karakter. Bazıları hakkında daha fazla ayrıntı verilmişken hala Juice, Tig gibi geçmişlerini merak ettiğim karakterler var. İki, üçüncü sezonlarda yer alan yeni karakterleri izleyecek arkadaşların merakına bırakıyorum, çünkü dizide tanıdığım ve tanımadığım birçok yetenekli oyuncu yer aldı, izleyip görmek en iyisi=)

Yeni sezonunu dört gözle beklediğim bir yapım 'Sons Of Anarchy'. Bolca Harley Davidson, biraz aksiyon, biraz aşk, aile, kavgalar, hapishane, hatta felsefe ve daha sayamadığım ne ararsanız var bu dizide. En sevdiğim taraflarından biri de bizim Türk dizileri gibi koca bir sezonun tek bir olay etrafında suyu çıkarılana kadar dönmemesi. Bir olay başlıyor, gelişiyor, oldukça meraklandırıyor izleyiciyi ama tam kıvamında sonlanıyor ve  doğal olarak bir diğeri başlıyor.



Güzel olan ayrıntılardan biri daha iyiler, kötüler diye bir olgunun olmaması. Adamlarımız ne çok iyi ne çok kötü. Herkesin kendine göre sırları, farklı özellikleri var. Farklı özellikleri dedim, çünkü iyi veya kötü bu da seyircinin kendisine bırakılmış. Kesin olan tek şey ise karakterlerin samimiyeti ve seyirciye duyguyu çok iyi geçirebilmesi. Diziyi izlediğiniz süre boyunca kendinizi Samcro'nun bir elemanı olarak görüyorsunuz adeta, onlar gibi konuşup onların takıldığı mekanlarda takılıyorsunuz o bir saate yakın zaman diliminde. 

Yine ek bilgi olarak şunu da verelim; dizinin yaratıcısı Kurt Sutter da ‘Otto’ karakterine can veriyor, güzel de yapıyor. Bir büyük parantez de dizi müzikleri için açılmalı. Çünkü jenerik müziği başta olmak üzere bölümlerde çalan müziklerin hemen hemen hepsi de bir harika. Jenerikteki karakter geçişleri de büyük bir alkışı hak ediyor. Daha fazla yazmayı isterim, ancak o da seyir zevkini kaçırır. Piyasada dönüp duran klasik dizilerden sıkılanlar için güzel bir alternatif olabilecek bir dizi. Hatta bir diziden fazlası..:)


Diziden haberdar olmamı sağlayan o güzel tanıtım yazısı için;
http://cineshoot.blogspot.com/2010/08/dizi-tavsiyesi-sons-of-anarchy-mutlaka.html


Stefan Zweig - Satranç


                                  

Stefan Zweig Satranç ’ı intiharından yalnızca birkaç ay önce tamamlamış. Bu bana, bu muhteşem uzun öykünün nasıl bir ruh hali içerisinde yazıldığını hatırlatıyor sürekli. Savaş karşıtı yazar, 1881’de Viyana’da doğmuş, Nazi ’lerin baskısı sebebiyle ülkesini terk etmeye zorlanmış. Bunun yanında kişisel görüş olarak ikileme düştüğü zamanların olduğundan söz ediliyor. I. Dünya Savaşı patlak verdiği zaman Savaş Bakanlığı ’nda çalışmak için gönüllü olurken, aynı zamanda özel yaşamında ulusal coşkuyla hareket etmenin yarattığı kuşkulardan bahsetmiş yazar dostlarına mektuplarında (Yeri gelmişken söyleyeyim; bu dostların arasında Maksim Gorki, Sigmund Freud gibi isimler var, bkz. Dostlarla Mektuplaşmalar). Avrupa’nın içinde bulunduğu siyasi duruma dayanamayan Zweig, eşi ile birlikte 1942’de Brezilya’da intihar etmiştir.

Satranç, oldukça sancılı bir döneme tanıklık eden, bundan yaşamından vazgeçecek kadar etkilenen bir yazarın eseri. O yüzden illa ki okurken karakterleri yazarın hayatıyla, yaşadığı dönemle bağdaştırıyorsunuz. Öyküde Zweig’in satrancı merkeze alarak aslında farklı şeyler anlatma derdinde olduğu anlaşılıyor.

Kitapta; hayatta iyi yaptığı tek iş satranç oynamak olan cahil ve duygusuz olarak nitelendirilen Czentovic ile yaşadığı ağır travma yüzünden sürekli kendiyle çatışan olgun bir kişiliğe sahip Dr. B gibi iki karşıt karakterden bahsediliyor. Satranç şampiyonu, herkese tepeden bakmayı seven Czentovic küçük bir “Hitler” modeli olarak aktarılırken bize, özgürlüğü elinden alınmış, Gestapo’nun günlerce psikolojik işkence ile sorguladığı, insani özelliklerine vurgu yapılan (ki Czentovic ’in de bu yanının hiç olmadığına sürekli vurgu yapılıyor) Dr.B ’de ise yazarın kendini bulmuş olduğu aşikardır. Özellikle siyah ve beyaz taşların oyunu ile kendisi de takım değiştiren, Czentovic ’e karşı oynarken bile aslında kendisine karşı oynayan Dr. B, Stefan Zweig ’in kendisini yansıtmakta.

Karakterlerin oldukça iyi psikolojik analizleri, yazarın muhakkak gözlemlerinden faydalanarak yarattığı gerçekçi dünyayı anlatımı ve bunu bir de satranç gibi pek çok sanatın ilgi alanına giren bir zeka oyunu ile yapması okumak için yeterli sebepler bence. Can Yayınları ’ndan çıkan bu uzun öykü 71 sayfa, zaten sürükleyici olan kurgusuyla bir solukta okunabilecek -ki böylesi etkileyici bir konudan kopmamak adına öyle yapılmalı- bir kitap. Benim okuduğum ilk Zweig eseriydi, fakat son olmayacağa benzer. Başlamak için iyi bir seçim, kesinlikle tavsiye edilir.

Tropic Thunder (2008)



Uzun zamandır bu kadar eğlenceli bir film izlememiştim, sınavlardan yorulan bünyeye baya iyi geldi. Gayet eğlencelik, Amerikan klişelerine inceden dokunduran değil de onları bodoslama ti’ ye alan bir yapım Tropic Thunder.

Filmin yönetmeni Ben Stiller çok beğendiğim bir aktör değil (Night at The Museum hoşuma gitmişti gerçi), keza önceden yönetmenliğini ya da yapımcılığını üstlendiği bir filmi seyretmişliğim de yoktu (Bu, yönetmenlik yaptığı 4.film). Ancak ne yapmış ne etmiş Tropic Thunder ’da çok güzel bir senaryo olmamasına rağmen eldeki bu senaryoyla harika bir iş çıkarmış oyuncu kadrosunu toplamayı başarmış. Bol komedi, aksiyon, macera var filmde ve aksiyon sahneleri de böyle bir film için çıtanın oldukça üzerinde bana kalırsa.    

Film başlar başlamaz gelen reklamlar beklentiyi oldukça artırıyor, öyle ki en çok eğlendiğim kısımlardan biri de bu reklamlardı. Özellikle Robert Downey Jr. ın canlandırdığı 5 Oscar’lı (!) Kirk Lazarus ve MTV Film ödülleri En İyi Öpücük Ödülü sahibi ( bu gerçek) Tobey Maguire ‘nin oynadığı, yasak aşk yaşayan iki rahibin hikayesinin anlatıldığı “Satan’s Alley ” in fragmanına katıla katıla güldüm.

Konu, bazı bomba filmlerle patlamış ama uzun zamandır çok da başarılı işin içinde bulunmayan, oynadığı karakterle psikopatça bütünleşip kendini kaptıran, konusu “osuruk” olan filmlerle meşhur olup kafayı eroinle bozan karakterler gibi acayip tiplerden oluşan kadronun buluştuğu bir film projesi üzerinde dönüyor. Bu filmin sponsoru, arkasındaki kişiyse para babası agresif Les Grossman. Bu grup, Vietnam gazisi Çavuş Tayback’in anılarından yola çıkarak bir esir kurtarma harekatı hakkında bir aksiyon filmi çekecektir. Ancak yönetmenin oyuncularla başa çıkamaması ve onları disipline edememesi sonucu biraz da havaya girmelerini sağlamak için Tayback’in tavsiyesiyle onları ormana yerleştirilen birkaç kamera ile beraber gerçek ortamın içine bırakıverirler ve bundan sonra olaylar gelişir.



Robert Downey Jr. başta da söylediğim gibi başarılı karakter oyuncusu Kirk Lazarus’u canlandırıyor. Kirk, rol aldığı filmlerde canlandırdığı karakterlerin kimliğine çok iyi bürünmesiyle tanınan bir oyuncu. Çektikleri filmde de canlandırdığı Afro-Amerikan çavuş Lincoln Osiris karakterinin inancırıcı olması için ameliyatla rengini değiştiriyor! Robert Downey Jr. tam manasıyla döktürmüş bu filmde. Gerçekte Avustralyalı olan Kirk’ü ilk gördüğümüz andan filmin sonuna kadar siyahiler gibi konuşup, tepki vermesi, yürümesi, hatta küfretmesi muazzamdı. Benim filmi izlerken bu kadar eğlenmemdeki en büyük etken Downey Jr’ dır. Daha önceden bilgim olmasaydı o halde tanıyamayabilirdim bile kendisini. O hareketleri, tepkileri, karakterinin ciddiliğini yansıtması öyle inandırıcı ki nasıl anlatsam, göze çarpıyor işte diğer oyuncuların arasında. Adam sadece gözlerle nasıl oynanır göstermiş herkese. Iron Man’de izleyip hayran kaldığımız Robert Downey Jr. ı bir de böyle bir rolde seyretmelisiniz.

Diğer oyuncularsa şöyle; Ben Stiller başrolde rambo tarzı filmlerin artık sönmüş yıldızı Tugg Speedman rolünde, “The Fatties” in yıldızı Jeff Portnoy rolünde Jack Black, rapçi reklam yıldızı Alpa Chino rolünde Brandon T. Jackson ve Kevin Sandusky rolünde de Jay Baruchel oynamış. Oyuncular karakterlerine yakışmıştı bence, her ne kadar Ben Stiller ve Jack Black çok da hoşuma gitmese de. Alpa Chino’nun Afro-Amerikan hallerindeki Kirk Lazarus’a yaptığı tripler, “kendin ol, adamım” konuşmaları beni benden aldı. Patlayıcı ustası, Tayback hayranı Cody (Danny McBride) de eğlenceli bir karakter olmuş.





Şimdi Robert Downey Jr. gibi ayrıca bahsetmem gereken bir oyuncu daha var. Çok şaşırdım bu filmde görünce onu, hatta Les Grossman haliyle görünce daha çok şaşırdım. Tom Cruise’den Ben Stiller’a özellikle ısmarlama bir rol olmuş okuduğum kadarıyla; kel olsun, şişman olsun gibi. Sürekli ona gelen aynı model erkek karakterlerden bıkmış ve böyle bir şey istemiş heralde ki bence iyi de yapmış. Sanırım gördüğüm en iyi oyunculuklarından birini çıkarmış, hem de yan rolde ve filmde oldukça az görünerek. Altın zinciri, kıllı göğsü, büyük elleri, rap tutkunluğu, ağzının bozukluğu, kendine özgü o kutlama dansıyla Les Grossman karakterini Tom Cruise’in mükemmel canlandıracağı kimin aklına gelirdi ki? Les’in uyuşturucu çetesiyle yaptığı telefon konuşması da filmin unutulmazları arasında yerini aldı=) Kısacası Tropic Thunder denilince benim aklıma ilk gelecek oyuncular Robert Downey Jr. ve Tom Cruise olacaktır herhalde. 

Filmde bir de Akademi’nin otistik karakterlere gösterdiği ilgi konu edilmiş. Kirk Lazarus’un Tugg’a “ Akademi’yi etkilemek istiyorsan tam anlamıyla engelli olmayacaksın, bak Dustin Huffman’a bak Tom Hanks’a .. Ama sen tam manasıyla herşeyiyle bir engelli oldun” konulu konuşması müthişti. Ancak film hakkındaki eleştirilerden büyük bir kısmı da filmde yaratılan Tugg’ın oynadığı zihinsel engelli “Simple Jack” karakterine yapılmış.



Belki beğenmeyebilirsiniz filmi, senaryo da sağlam değil belki –gerçi filmin amacı zaten dalga geçmek- ama o orijinal karakterler bana kalırsa görülmeye değer. Eğlencelik, kafa dağıtan, şahsen arada açıp tekrar tekrar gülebileceğim bir film olmuş Tropic Thunder.İzlenesi..

2010 MTV Film Ödülleri’nde Jennifer Lopez’le dans eden Les Grossman’ın efsane dansını koymasam olmazdı.


Kitaba Yolculuk: 16. İzmir Kitap Fuarı



Merakla beklediğimiz etkinliklerden biri olan 16.İzmir Kitap Fuarı 16-24 Nisan 2011 tarihleri arasında Uluslararası İzmir Fuar Alanı'nda kapılarını açıyor. Bu senenin onur konuğu şair-yazar ve gazeteci Refik Durbaş olacakmış. Ayrıca oldukça fazla etkinlik çarptı gözüme geçen senelere oranla. Yüzlerce yazar, verecekleri konferanslar, şiir dinletileri, paneller gibi 130 kültür etkinliğinde yer alacak ve yine birçoğu imza günlerinde okuyucuları ile buluşacak. Ahmet Ümit, Ataol Behramoğlu, Can Dündar, Doğan Cüceloğlu, İlber Ortaylı, Turgut Özakman, Uykusuz Dergisi Ekibi, Yekta Kopan, Yılmaz Özdil, Banu Avar, Penguen Dergisi Ekibi gözüme çarpan isimlerden sadece birkaçı.

Etkinlik programı ve katılımcılar hakkında ayrıntılı bilgi için: 


District 9 (2009)


"You are not welcome here"


Filmin çekildiğini ilk duyduğumda bilim-kurguya meraklı olduğumdan ilgimi çekmişti, vizyona girdiğinde de yapımcılığını Peter Jackson’un üstlendiğini öğrenince bu filmi mutlaka izlemeliyim demiştim. Ancak araya derslerdir, şudur budur girince sinemaya gidemediğimi hatırlıyorum. Daha sonra da aklıma gelip indirmiş, ama maalesef yine çoğu film gibi arşivde kaderine terk etmiştim. Beni küçüklüğümden beri bir dolu dünyanın sonu temalı film, "Jaws", "Alien", "Jurassic Park" serileri, "Men in Black ve bunun gibi sayısız bilimkurgu filmiyle büyüten babam geçtiğimiz haftalarda yine gazetelerden birinin District 9’un DVD'sini verdiğini görüp almış, bunu duyan ben de geri kalmayıp televizyonda yaratık görünce kanalı değiştiren annemin bile hoşuna giden bu filmi hemen izlemiştim.

İnsanoğlunun uzun zamandır merakla türlü araştırmalar içine girdiği, elbette bunun da sinema sektörüne bolca malzeme olduğu dünya dışı varlıkların var olduğu bir senaryo üzerine kurulu bir film. Her ne kadar konunun merkezinde uzaylılar varmış gibi  görünse de bence vurgulanan yine insanların açgözlülüğü, şiddeti, hırsı olmuş. Film, bilim-kurgu filmi olmasına rağmen ara ara senaryodaki bilim adamları, yetkililer, sıradan insanlarla yapılan röportajlar filme belgesel havası kattığı için adeta gerçekmiş gibi etkiliyor insanı.

 

Güney Afrika’nın Johannesburg şehrinin üstünde kontrol panelinin arızalanıp düşmesinden dolayı konuşlanmış olan dev uzay gemisinin 3 ay boyunca öylece yerinde durmasından sonra gemiyle ilk temas tüm dünyanın gözleri önünde olmuştur. Fakat gemide bulunan, çok ileri bir teknoloji ya da gelişmiş bir ırk yerine aç, sağlıksız, düzensiz uzaylılar olmuştur. Bu ilkel görünümlü canlılar, mülteci muamelesi yapılarak geminin altında kurulan kampa yerleştirilir. Yaklaşık 1.8 milyon uzaylı ‘District 9’ adlı alanda 20 yıl yaşar. Film benzer türdeki yapımlardan tamamen ayrılıyor. Şöyle ki; esir kamplarına benzeyen bu kenar mahallede kendi başlarına sefalet içinde yaşayan, yerli halkın “prawn”(karides) dediği uzaylılar, hırsızlıktan araba yakmaya, trenleri raydan çıkarmaktan cep telefonu çalmaya, küçük uzaylı böcekleri dövüştürüp yerlilerle bunun üzerine kumar oynamaya hatta fuhuşa kadar türlü pisliğe bulaşmış durumdadır. Tabiî ki yerliler de çöp karıştıran, kedi mamasıyla beslenen karideslerin bu sefaletinden oldukça faydalanıyor. 20 yıl sonunda hükümet kamunun baskısına dayanamayıp uzaylıları bu alandan tahliye edip şehrin 200 km ötesine kurulacak yeni bir alana sevketme kararı alıyor. Bunun için MNU (Multinational Unit) ‘dan görevlendirilen Wikus Van De Merwe, askerlerin koruması eşliğinde District 9’a gitmeli ve uzaylılara tahliye için bazı belgeleri imzalatmalıdır (Bu noktada 20 yıllık süre zarfında uzaylılar ve insanlar arasında iletişim ile ilgilenen örgütlerin kurulup bu konu hakkında yasaların çıkarıldığını söylemek lazım). Film ilerledikçe görüyoruz ki dünyanın en büyük silah imalatçısı MNU’nun asıl ilgilendiği ne bölge halkının güvenliği ne de uzaylıları tahliye etmektir, onların istediği uzaylıların sadece kendi DNA’larını tanıyan ileri teknolojiye sahip silahlarını ele geçirmektir. Ve yine film ilerledikçe görüyoruz ki bu akıllı silahları üreten canlıların bir kısmı District 9’da görüldüğü gibi ilkel değildir, özellikle uzaylı dostumuz Christopher’ın iki dakikada bomba yapması şahaneydi. 


Başroldeki oyuncu, yani Wikus Van De Merwe’yi oynayan oyuncu Sharlto Copley gibi önemli rollerdeki diğer oyuncular Jason Cope (Christopher Johnson ve Grey Brandam rolünde) ve David James (Koobus Venter rolünde) de Güney Afrika’ lı oyuncular. Filmin başlarında özellikle aksanına hayli gıcık olduğum Wikus karakterine ilerleyen dakikalarda alıştım, sonradan da onunla üzüldüm, sevindim, telaşlandım. Oyuncunun rolün altından iyi kalktığı, seyirciyi etkisi altına alıp filmin atmosferine sokmayı başardığı nacizane düşüncem. Sharlto Copley’i daha önce yalnızca eskiden izlediğimiz A Takımı'nın film uyarlaması 2010 yapımı “The A Team” de Kaptan Murdock rolüyle hatırlıyorum. Jason Cope de Christopher rolünde izleyenlere çoğu insan karakterden daha fazla duygu geçirebilmiş.

Film hakkındaki verilerden bahsedecek olursam filmin maliyeti 30 milyon dolar kadarken dünya çapında elde ettiği toplam kazancı ise 210 milyon dolar civarında olmuş. Filmin yönetmeni Neill Blomkamp aynı zamanda senaryoyu Terri Tatchell ile birlikte yazmış. Görsel efektlerde ise The Lord Of The Rings,  Van Helsing, King Kong, Fantastic Four, The Chronicles of Narnia ve Avatar gibi birçok başarılı yapımın görsel efektlerine imzasını atmış Weta Digital ve Image Engine (Night at The Museum, The Day the Earth Stood Stil, The Incredible Hulk, Vantage Point, The Twilight Saga:Eclipse..) ile çalışmışlar ki bence gerçekçi ve oldukça başarılıydı makjaj ve efektler. Ancak En İyi Görsel Efekt dalında Oscar’a aday olmasına rağmen bu dalda 2009 yılı malumunuz Avatar’ın yılı olmuştu. 

District 9 'un, benzerlerinden ayrıldığını söylemiştim. Belki de bunun sebebi “Eğer böyle bir olay gerçekten yaşansaydı, insanlar, hükümet ne tavır takınırdı” gibi çılgınca sorulara verilecek cevaplara daha çok eğilmesi, “Uzaylılar ülkemizi ele geçirmeye gelmiş! Güçlerimizi birleştirip kahramanca uzaylılarla savaşalım” modunda olmamasıdır. Bu yüzden konuya ilgisi olan sinemaseverlerin mutlaka ilgiyle izleyecekleri bir yapım olacaktır. Benim ise en iyi bilim-kurgu filmleri listemde üst sıralarda çoktan yerini aldı.

Bram Stoker's Dracula (1992)

 
"Do you believe in destiny?"

Kont Dracula...Varlığını sürdürebilmek için kan ile beslenen, soluk tenli, hayvanların –özellikle de yarasanın- şekline bürünebilen ne ölü ne de canlı bir efsane. Herkes tarafından bilinen bu efsanenin yaratılışı 19.yüzyılın sonlarına dayanıyor. Vampir mitinin asırlardır çeşitli kültürlerde yer almasına rağmen, 15.yüzyılda yaşamış III.Vlad Tepeş nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda’dan esinlenerek yaratılan Dracula’ya ilk defa Bram Stoker’in 1897 tarihli ‘Dracula’ romanında rastlıyoruz. Bram Stoker’ın, kendisinden bir hayli etkilenip efsanenin doğmasına neden olan Kazıklı Voyvoda, bu lakabı almasına neden olan, savaş esirlerini ( Bunların arasında pek çok Osmanlı askeri de varmış) kazıklara oturtmasıyla ünlüymüş. Dracula efsanesinden de bildiğimiz üzere işkence edip öldürdüğü esirlerin kanlarını da içtiği rivayet edilir.


Tahmin edebileceğiniz üzere roman yayımlandığında edebiyat dünyasında büyük ses getirmiş ve yıllar içinde de edebiyat ve sinemada en bilinen figürlerden biri haline gelmiş. Sinemada 1922’den bu yana Dracula efsanesi yaşıyor ve daha uzun yıllar da yaşayacaktır. 1922 yapımlı Dracula romanı uyarlaması ‘Nosferatu, eine Symphonie des Grauens’ telif hakları ödenmeden çekildiği için filmde Dracula ismi yerine Kont Orlok kullanılmış. O yıldan bu yana birçok Dracula filmi çekildi. Kont Dracula rolünü Bela Lugosi, Christopher Lee, Richard Roxburgh gibi birçok aktör canlandırmış şimdiye kadar. Hatta ‘Dracula İstanbul’da’ diye bir Türk yapımı Dracula filmi bile bulunuyor=). O film de Bram Stoker’ın ‘Dracula’ romanının Türkçeleştirilmiş hali olan ‘Kazıklı Voyvoda’ (Ali Rıza Seyfi-1923) adlı romandan uyarlama.


‘Bram Stoker’s Dracula’, romana en yakın uyarlamalardan biri sayılıyor. Sanırım bu filmi de diğer Dracula uyarlamalardan ayıran etken Kont Dracula’ya hayat veren Gary Oldman’dır. Efsanenin dayandırıldığı Vlad Tepeş ne kadar vahşi, acımasız ise Dracula’da bir o kadar öyle, ancak Gary Oldman bize onun daha çok hüzünlü ve aşık tarafını göstermeyi biliyor. Bana göre rol ile o kadar bütünleşiyor ki, biz izleyenler de adeta mekanı, tarihi hissedebiliyoruz. Her bir hareketini dikkatle takip ettim film boyunca, o mimiklerindeki inceliği görebilmek, ustalıkla kullandığı aksanını doğru anlayabilmek için zaman zaman geri sardığım da oldu.   

‘Leon’ da Norman Stansfield, ‘Batman Begins’ ve ‘The Dark Knight’ da James Gordon ve ‘Hary Potter’ da Sirius Black rolleri Gary Oldman’ın can verdiği karakterlerden sadece birkaçı. Ben onu ilk 1994 yapımı ‘Leon’ ile tanıdım. Filmin kilit oyuncularından birisiydi ve o psikopat rolünü Gary Oldman’dan başkası o şekilde kotarabilir miydi bilemem. Göründüğü tüm sahnelerde hayranlık ve saygıyla izlettirmişti kendini. Burada, nasıl izlediğim muhtemelen en kötü polis karakterine imza attıysa yine Batman’da da iyi polis rolünde devleşmişti. Dracula’dan sonra ise Oldman’ın tam bir karakter oyuncusu olduğunu çok iyi idrak ettim artık.

Film, Kont’un ölümsüzlüğünden önceki hayatıyla başlıyor. Avrupa’da Türklerin zafer üzerine zafer kazandığı ve Hristiyan aleminin Osmanlı’nın Avrupa’da bu kadar ilerlemesinden endişe duyduğu ve savaşların birbirini izlediği yıllar.. Transilvanya’da yaşayan Kont’un da savaşa gittiğini ve Türklere karşı bir galibiyet aldığını  görürüz. Sonrasında yenilgiden dolayı intikam için Türklerin Kont’un eşi Elisabeta’ya bir mektup yazıp Kont’un öldüğü haberini verdiği söyleniyor. Elisabeta da buna inanıp kendini nehre atıyor. Kont gelip durumu gördüğünde kabullenemiyor ve aşkının ölümüyle Tanrı’ya olan inancını kaybedip isyan ediyor… Bundan sonra sahne dört yüzyıl sonrasını, Londra 1897’sini gösterir ve başroldeki diğer iki oyuncuyu; Keanu Reeves ve Winona Ryder’ı görürüz. Keanu Reeves, filmdeki ismiyle Jonathan Harker, evlenmek üzere olduğu nişanlısı Mina (Winona Ryder)’dan bir süreliğine ayrılıp işyerinden Transilvanya’ya Kont Dracula ismindeki müşteriye Londra’da bir mülk satmak için gönderiliyor. Kont’un Jonathan’ı aldırmaya yolladığı arabacısından, şatoya gitmek için geçtikleri yollara, şatonun kasvetinden Dracula’nın hali, tavırları, kıyafetleri, konuşmasına kadar her şey  gerilimin başladığına işaretti. Özellikle gölge oyunlarına bayıldığımı söylemeliyim. Dracula’nın, intihar eden eşi Elisabeta’nın adeta yeniden vücut bulmuş hali olan Mina’nın fotoğrafını görmesiyle Jonathan’ı şatoda alıkoyması ve derhal Londra’ya yol alması kaçınılmaz oluyor. Londra’ya ayak basan elbette ki Transilvanya’da gördüğümüz Kont değildir. O şimdi etkileyici ve gizemli genç Prens Vlad’dir. Kont ve Mina'nın prenses hakkında yaptıkları şiirsel konuşma oldukça etkileyiciydi. Daha fazla ayrıntı verip filmin büyüsünü bozmak istemiyorum. Ancak Gary Oldman’ın üzerine bir de Dracula’nın saldırdığı Mina’nın arkadaşı Lucy’e yardım etmesi için çağrılan Profesör Van Helsing de Anthony Hopkins çıkınca film iyice tadından yenmez bir hal aldı. Kendini zaten kanıtlamış bu usta aktör de sıradışı karakteriyle filmin seyir zevkini artıran en büyük faktörlerden biri, keşke kendisini daha çok görebilseydik. Unutmadan söyleyelim, Dracula’nın şatosundaki gelinlerinden birini de o zamanlar şimdiki kadar tanınmayan Monica Bellucci oynamış..



Film, Keanu Reeves’in Matrix ile tanınmasından 7 yıl öncesinde çekilmiş. Fakat bu filmde  donuk performansıyla çok göze batıyordu. Jonathan’ın başından geçen tüm olaylara rağmen ruhsuzluğu, tepkisizliği çok garipti. Arada da eski Türk filmleri tadında çile çeken insanlarda görülen bir anda saçların beyazlaması vakası da yaşandı tabi Jonathan’da=). Winona Ryder ise oldukça başarılıydı, ancak yine de Gary Oldman’lı sahnelerde geri planda kalmaktan kurtulamamış sanki. Winona Ryder’ı daha önce Betle Juice’deki Lydia(1988) ve Edward ScissorHands’deki Kim(1990) rollerinde izleme fırsatı bulabilmiştim. Nedense bir türlü sevemedim onu. Filmografisine bakarken Black Swan’daki zorla emekli edilen balerin Beth karakterini de onun oynadığını görünce baya şaşırdım, hiç fark etmemiştim izlerken.


Bazı filmleri karakterleri ile hatırlarız ya, Dracula da onlardan biri. Tekrar tekrar söylüyorum; bu filmde Gary Oldman şahane bir oyunculukla izleyenleri filme çekmeyi ve onlarda büyük bir iz bırakmayı başarıyor. Böyle bir aktörün Oscar’a hiç aday gösterilmemiş olması da aslında Akademi’yi ne kadar ciddiye almamız(!) gerektiğini gösteren başka bir örnek. Her neyse; Gary Oldman’ın unutulmaz performansına tanık olmak isteyenler ve benim gibi bu tarz konulara meraklılar, onlar için bir klasik olacağını garanti ettiğim ‘Bram Stoker’s Dracula’ yı mutlaka izlemeli.

Film hakkında birkaç not;
- Filmin yönetmeni ‘The Godfather’ üçlemesiyle iz bırakan,  yine ‘Apocalypse Now’, ‘Patton’, ‘The Conversation’  gibi filmlerle tanınan beş Oscar ödüllü Francis Ford Coppola.
 - ‘Bram Stoker’s Dracula’ nın üç Oscar’ından başka sekiz ödül ve on iki adaylığı bulunuyor. Bunların ikisinin tabiki En İyi Kostüm ve En İyi Makyaj dallarında olduğunu söylemekte fayda var. Zira başta sevgili Kont’umuz Dracula olmak üzere filmde kullanılan kostümler ve makyaj bizi filmin havasına sokan etkili faktörlerden.   
- Film ve romanın oldukça farklı olduğu söylenmiş çoğu yerde. Ben okumadım romanı ancak romanda Dracula çok daha vahşiymiş filmdekinden.